
Allah'a kavuşmayı seviyor muyuz?
Bazen bulabildiği bütün kuytularda başını avuçlarının arasına alıp bağıra bağıra ağlamak istiyordu. Yapı taşları insan olan soğuk ve nemli duvarlara nefretle, tiksintiyle arkasını dönerek ağlamak… Bu, birilerine boş, fantastik bir davranış gibi görünebilirdi. ALLAH açısından öyle olmamalıydı. O, kırılmış bir kalbin isteklerine seyirci kalacak kadar duyarsız olamazdı. Peki ya ağlamak niçindi?
Uzadıkça uzayan dünya sürgünü için… Kırılıp dökülmüş, yazık edilmiş, boşa gitmiş hayalleri için… Telef edilmiş en doğal hakları için… Acılarına ağlayıp dururken kendisi ardından ağlanacak bir zavallıya dönüşen varlığı için… Orta yerde bir başına kalmışlığı için…
Bir türlü gerçeğe dönüşmeyen kocaman kocaman hayalleri olmuştu hep... Bugün hayalleri isimsiz bir gemiye binmiş, ufukta gittikçe küçülerek veda ediyorlardı kendisine… Sonuncu olan ölümün etrafındaki seçenekler teker teker terk ediyordu yerlerini… Meydan ölüme kalıyor gibiydi.
Ölüm… Her şeyin birden bire başa dönüşü… Ama hangi başlangıca? Korktuğu tek şey, bunun “daha kötü” için bir başlangıç olması ihtimaliydi. İyi haberler genellikle daha baskın çıkıyordu. Acaba gerçekten insanlar uykudaydı da, öldüklerinde mi uyanacaklardı?
Tam olarak ölümün alanına girmek kolay değildi kuşkusuz, ne de olsa beş duyunun dokunamadığı kuramsal bir doruktaydı. Birazcık olsun yere inip hafifçe dokunulabilir olduğunda, sanıldığı kadar fantastik olmadığı anlaşılıyordu. O yüzden bir düşünür, “Ölüm ona iyice yakınlaşan yaşlıların soğuk gerçeği, ondan uzakta olduğunu zanneden gençlerin fantezisidir.” demişti. “Ölümle yüzleşmek” bambaşka bir şey olsa gerekti. Adamakıllı yaşlanmış olmak bile onunla yüzleşmeye yetmeyebilirdi. Onunla yüzleşenler, onun tarihini az çok bilenlerdi. Örneğin bir kişiye ölümcül bir hastalık teşhisi konduktan sonra maksimum bir yaşama süresi tayin edildiği vakit, o zaman periyodunun ardını göremeyeceği için sahiden ölümle yüzleşebilirdi. Hangi gün idam edileceğini bilen bir mahkum sahiden ölümle yüzleşebilirdi; ama kahramanımız için henüz böyle bir gerçeklik söz konusu olmamıştı. Olsun ister miydi? Bunu bilmiyordu doğrusu; fakat geçmişte kendisini pek çok kez aynı durumda hayal etmiş ve kayda değer bir kaygı ve korkuya kapılmamıştı.
Yine de, gerçek bir yüzleşme anında bir parça paniğe kapılacağını öngörebiliyordu. Öyleyse karşılaşma henüz gerçekleşmiş sayılmazdı…
Bazı tasavvuf kollarında “ölümle yüzleşme pratikleri” vardı ve bu en azından daha iyi bir mü’min ve daha yararlı bir birey olmamıza hizmet edebilirdi.
“Kim ki ALLAH’a kavuşmayı sever, ALLAH da ona kavuşmayı sever.” dememiş miydi Hz. Muhammed? Ve “insanın en güzeli”, sözünün devamında aşağı yukarı şöyle bir eklemede bulunmuştu: “Kişi ALLAH’a kavuşacağı zaman, ona çeşitli şekillerde müjdeler verilir. Böylece “Sevgili’ye kavuşma arzusu” güçlenir.”
Demek ki, aslında ölüm gerçeği ile burun buruna gelindiğinde onunla baş etmek çetin bir işti ve ALLAH verdiği müjdelerin sağladığı moral destekle kişinin o zorlu tepeyi açmasına eşlik ediyordu.
ALLAH, bunu genellikle velileri, melekleri ve gösterdiği müjdeleyici rüyalar vasıtasıyla yapardı.
Bütün bitkiler kış mevsiminde toprağa gömülür. Kışın bitmesiyle birlikte yeniden dirilir ve topraktan çıkarlar. Her yer yemyeşil olur ve tüm yeşil alanlar renk renk çiçeklerle kaplanır. İnsan da ölümle toprağa girer. İnsan ölümünün farklı olduğunu, bir istisna olduğunu ve ölümümüzün ardından gözlerimizi görkemli bir bahara açmayacağımızı kim söyleyebilir?
Her günümüzün yeni bir Şeb-i Arus’la hayat bulması dileğiyle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.