Üç yıldır üzerinde çalıştığım, gerçek bir yaşamöyküsünden esinlenen hacimli ve dehşetli bir roman var elimde; ama tüm çabalarıma rağmen hala romanımı yayınlayacak bir yayınevi bulabilmiş değilim. Bazen kitabımın bir bomba gibi elimde patladığını hissediyorum ve canım fena halde yanıyor.
Bu, yazmayı aşk derecesinde seven biri için olağan bir ıstırap sayılır. Anlayabildiğim kadarıyla, çalışmayı gönderdiğim sol eğilimli yayınevleri kitapta birtakım tasavvufi öğelerin olmasından, İslami yayınevleri ise dini tarihsel fenomenler ve geleneksel tortulardan arındırarak özgün haliyle ele almış olmamdan ve sanırım biraz da olaylar örgüsünde yer alan kimi erotik öğeleri makaslamamış olmamdan rahatsız oluyorlar; oysa roman hayatın bir parçasıdır ve hayatın içinde bunların hepsi de mevcuttur.
Yani araftayım; fakat dünyanın doğruları genellikle araftadır.
“A şahsının bazı fikirlerine katılmıyorum; ama bu ülkenin kurtuluş ve kuruluşuna önemli katkılarda, hizmetlerde bulunduğu için de saygılı ve minnettarım.” dediğim zaman, çoğunlukla olduğu gibi gri alandan ılımlı ve doğru bir yargıda bulunmuş olurum. Ne var ki, ne A şahsını sevenleri ne de sevmeyenleri mutlu etmiş olurum. Çünkü insanların büyük çoğunluğu, siyah veya beyaz uçta konuşlan(dırıl)mıştır. İnsanların gri alanı onurlu bir yer olarak görmemesi, pek acı bir tablodur.
Bu ülkede, her eşyaya ve olaya “sokaktaki adam” gibi bakan yazarlar ve sanatçılar bile vardır. Bu durum gerçekte onların sanatçı ruhundan uzak olmalarının yanı sıra, toplumun bireysellik üstündeki baskın gücünü de kanıtlamaktadır. Kişisel olarak, öyle yazar ve sanatçılardan belirli bir tiksinti duyarım. Yazar ve sanatçı hayatın ve toplumun kalbinde yer almak, ancak “soylu” olmak zorundadır. Soyluluk sıradışılıktır, kuraldışılıktır, çılgınlıktır… Aksi halde ne üreten, ne de ufuk açan ve geliştiren olabilir. Herkesle aynı şeyleri düşünen ve söyleyen biriyseniz, karşıtları üretemez ve düşünsel çatışmaya zemin hazırlayarak ilerlemeyi zorlayamazsınız. Bu formasyona erişmişseniz, küçük bir soruna hazırlıklı olmalısınız: Sizi hiç kimse anlamaz ya da anlamak istemez. Hatta zaman zaman sizi canınızdan bezdiren, geri adım atmaya zorlayan sıkı bir tepki ve direnç bariyeri ile karşılaşırsınız. Yine de, cesur, umutlu ve dayanıklı olmalısınız. En azından öldükten sonra anlaşılacağınızdan emin olabilirsiniz. Dirilere nefretle karşı koyan toplum, ölülere alçakgönüllülükle boyun eğer. Çünkü ölüden nefret etmek anlamsızdır. Ali Şeriati’nin bir sözü, bu dramı mükemmelce özetler gibidir: “Kum’da konuştuğum zaman, Sünnilikle suçlandım. Suudi Arabistan’da konuştuğum zaman da Şiilikle suçlanmıştım.” Bugün ise, onu dünyada milyonlarca insan ilgiyle okumaktadır. Ahmet Kaya da öyle değil miydi? Bağnazlıktan uzaklaşıp gri alana çekildikçe, siyah-beyaz çoğunluğu çileden çıkarmıştı. Marksist bir zihinsel süreçten geçtiği halde, üniversitede başörtüsü takmanın bireysel bir özgürlük sorunu olduğunu öne sürmekle kendi çevresinin klasik retoriği açısından affedilmez bir hata işlemişti; oysa o gün olduğu gibi, bugün de her kesimin kendinden bir şeyler bularak zevkle dinlediği biridir. Tam da bu yüzden kendisine dar edilen ülkesini terk ederek kahrından ölüme mahkum edildiğinde, ardından gözyaşı dökenler arasında sol görüşlü kimselerin çoğunlukta olduğu söylenemezdi. Hepimiz anne ve babamızı çok severiz: ama onlarla her konuda aynı fikirde değilizdir. Nefret her zaman ayrılığı, sevgi her zaman birlikteliği zorunlu kılmaz. Duygusal donanımlarımız önemlidir; fakat “akıl” diye de bir şey vardır. Sevgi ile özdeşlik ve itaati, nefretle karşıtlığı karıştırmaktan tez zamanda kurtulmak zorundayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.