
Mert Aslan
İSLAMÎ EDEBİYATIN SEFÂLETİ
Yayınlanma:
Yakın tarih içinde Türk solunun en büyük başarılarının altında dilin ve sanatın gücünü erken keşfetmiş ve özellikle sinema ve edebiyatta reklam ve propagandanın en vurucu genel ilkelerini çok iyi kullanmış olmaları gerçeği yatar. Dikkat edilirse, Marksist yazarların romanlarında hikâyenin başında kapitalist ya da burjuvaziden olan kahramanların zaman içinde bilgilenip akıllanarak sonunda Marksizm’e yönelmeleri gibi ucuz, arabesk, kara düzen, amelece temalara pek rastlanmaz. Genel mantığı açısından “viral reklam” kapsamında ele alabileceğimiz, daha rafine ve gizli propaganda etkileri içerir ve çok daha etkili olurlar. Sonunda hiç farkında olmadan, orada egemen olan düşüncenin akımına kapılır gidersiniz. Görünüşte reklam ve propaganda yapılmadığı için, ustaca sunulan o ana temalara hazırlıksız yakalanmış ve sürüklenip gitmişsinizdir. Demek istediğim şu ki, illa reklam ve propaganda yapmak istiyorsanız, işin başında okuyucuya bunun reklam ve propaganda amacı taşımadığı izlenimini de vermek zorundasınız; oysa İslamî kesimin yazarlarının yazdığı romanlarda böylesi profesyonel yaklaşımlar yoktur. Hemen hepsinde hikâye aynı şekilde gelişir, aynı şekilde biter. Romanın sonunda erkek namaza başlar, bayan da başörtüsü takıp tesettüre girer, hesapta iş bitirilmiş olur. Ben bu tür çalışmaları “roman” olarak görmüyorum. Dediğimiz gibi, bunlar amatörce yazılmış propaganda kitaplarıdır ve ikisini okuyan kimse üçüncüsünü merak etmez. Görünüşe bakılırsa, Müslümanlar “insanları hidayete erdirmek” gibi bir kaygıyla hareket ediyorlar. Dolayısıyla, “roman” dedikleri bu çeşit çalışmalarda okur kitlesinin bilinci tarafından gafil avlanıyor, o arada ayrı bir rezalet olarak dilin kalite ve lezzeti ile birlikte sanatsal ve estetik kaygıları otomatik olarak geri plana atıyorlar.
Buna paralel ve bağlı olarak, şöyle bir sorunla da karşı karşıya kaldıklarını düşünüyorum: İnsanı anlatırken, aslında melekleri anlattıklarının ayırdına varamıyorlar. Eğer bir edebî tür olarak “roman” hayatın herhangi bir kesitine tutulan ayna ise, biraz da gerçekçi olmak gerekir. Aynı insanın hayatında kutsal olanla baş başa kalınan yerde sessiz sedasız gözyaşları dökmek de vardır, çığlıklar atarak sevişmek de… Gerçeği ve doğruyu savunmak için savaşmak da vardır, korkuya ve zaafa kapılıp kaçmak ya da yalan söylemek de… Sadakat de vardır, ihanet de… Bir erdem olarak haklı olana boyun eğmek de vardır, bile bile karşı çıkmak da… Dua etmek de vardır, lanet okumak da… Aynayı tuttuğunuz yerde gördüğünüz olayların bir kısmını yazıp diğer bazı kısımlarını görmezden gelmek de neyin nesidir? Bunun “entelektüel sorumluluğu”, “yazar duyarlılığı” veya “fikir namusu” ile bağdaşır bir yanı var mıdır? İnsanları niçin kandırıyoruz?
Roman, özgür ve sınırsız düşüncenin kendini en çok gösterdiği yerdir. Beynin ve ruhun serbest bırakılmadığı bir kafadan roman çıkmaz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.