
Yorgun İnsanlar Memleketinden Beyaz Zambaklar Ülkesine
Son günlerde ne kadar çok şeyden şikâyet eder olduk. Tanıdığım, tanımadığım, sevdiğim, sevmediğim kiminle karşılaşsam konuşmalar aynı bildik sitemkâr sözlerle başlıyor.
Kimileri “Artık bu ülkede yaşanmaz” deyip Avrupa hayalleriyle yanıp tutuşurken, bir bölümümüz de ümitsizliğin en dibe varan sözleriyle yargılıyor yaşananları. Ne hale gelen bir millet olmuşuz.! Hayatını negatif ve kötümser bir çerçevede geçiren halkımızdan Kurtlar Vadisindeki Ömer Baba repliklerini beklemiyorum ama bu denli yorgunluk, bu denli bezginlik biraz fazla değil mi acaba?. Şükret dediğim insanların tamamı nedense birden sinirlenip daha hiddetli sıralıyor şikâyetlerini. Herkes hiçbir şeyden memnun değil adeta. Yorgun, bitkin, umutsuz… Ne hale geldi bu ülke insanı.! Yorgun insanlar memleketi diyorum artık. Ruhu ve bedeni tembelliğin, karamsarlığın ve mutsuzluğun etkisiyle uyuşmuş, çalışmaya, üretmeye, umutlu olmaya sırtını çevirmiş adeta mızmız çocuklar gibi davranan bir millet.(!) Genel bir çerçeve çizersek bezginliğin ve şikâyetlerin sorumluluğu nedense hep başkalarına yükleniyor. Üniversite mezunlarıyla konuşuyorum, İş bulamamaktan şikâyetçiler. İlim, bilim ve nitelikli bir sosyalleşme ortamı olması gereken yerleşkeler adeta siyaset, parasızlık, sevgili muhabbetleri ve yalnızca bir gece öncesi hazırlanarak çalışılan sınav günlerinden ibaret kalınca finalin işsizlikle sonuçlanmasını neden yargılanıyor anlamıyorum?. Tatlı rüya mezuniyetle birlikte sona eriyor ve çocuklarının üniversiteyi bitirir bitirmez çok iyi yerlerde birden işe başlayacağı hayalini kuran ailelerde dahil olmak üzere büyük bir hüsran yaşanıyor. Ezberci, zihni körleştiren bir eğitimle yetişen nesillerin işsiz kalması oluşan sürecin bedelidir nede olsa. Katsayı engelleriyle gençlerin önünü tıkayan, Türkçenin bilim dili olamayacağını savunan YÖK Başkanlarının olduğu eğitiminin nesliyiz biz. Çalışanların durumu da pek iç açıcı değil aslında. Sisteme bürokrasi o denli yerleşmiş ki herhangi bir işiniz için elli yere gidip onaylatmanız gerekiyor. Her ne kadar T. C numaralarının oluşturulmasıyla süreç biraz daha hızlansa da “Benim memurum işini bilir” diyen yönetim anlayışının mirasıyla yaşıyoruz. Çiftçilerin durumu ise daha bir ilginç. Ziraat mühendislerinin işsizlikten kıvrandığı tarım memleketi(!) olan ülkemizde, çiftçilerimiz, toprak cinsine göre ürün seçimi, kaliteli tohum kullanımı, yıl içerisinde birden çok ürün almayı hedefleme gibi çalışmalar bir yana, bütün bir yıl yatmaya alışık hale gelip, üretimi yalnızca yağan yağmura endeksleyerek beklemeyi tercih ediyorlar. Memuru, işçisi, emeklisi, öğrencisi, çiftçisi kısacası tüm toplumda ağır bir miskinlik var. Yalnızca bu kadarla kalsa iyi. Tıpkı Sovyet Rusya döneminde halkın devletin ağır yaptırımlarından intikam almak için yaptığı gibi bizde de halk devlet malını hor kullanıyor, önemsemiyor. Elinizi vicdanınıza bir parça koyun. Başta okullar olmak üzere birçok devlet kurumunda açık bırakılan musluklar, hiçbir ihtiyaç yokken yakılan lambalar, okullarda çizilmiş kırılmış tahtalar, sıralar, üzeri yazılarla dolu yırtılmış otobüs koltuklarıyla dolu çevremiz. Halkın hizmetine sunulan kamuya ait yapıları kendi eşyasından, kendi malından aziz bilmeyen ve zarar verince alacağı mesuliyeti düşünmeyen bilinçsiz bir halktan başta türlü davranmakta beklenemez ki. Genel halk tablomuzu sorgulayan, üzülen ve çözüm üretmek isteyenlere ise Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde isimli eserini önermek istiyorum. Okullarda, kışlada hatta kamu kurumlarında dahi dağıtılması gerektiğini düşündüğüm bu eser milletçe uyanmanın nasıl gerçekleşeceğini akıcı ve en önemlisi akılcı bir şekilde aktarmış. Rus yazar bugün Dünya’nın en modern ülkelerinden birisi olan Finlandiya’yı 1920’li yıllardan itibaren değerlendirerek, cahil, fakir ve birçok imkânları kısıtlı bir ulusun yeniden dirilişini, “Nerden nereye gelinmiş” dedirten ve hayran bıraktıran bir yükselişi aktarmış. Bilenleriniz vardır belki, bende gidenlerin yalancısıyım ama Finlandiya’yı tanıyanların birleştiği ortak nokta halkının, temizlik anlayışı, toplumsal iletişim ve insan ilişkileri bakımından Avrupalı milletlerden ve komşularından çok farklı oluşu. İklim koşullarının oldukça zor olduğu Kuzeyin bu soğuk ülkesi, bugün Dünya’nın en önemli cep telefonu üreticisi konumunda. Dünya’nın bir ucunda, mevsiminin büyük bir bölümü kış olan, bataklıklarla çevrili, tarihi boyunca başta İsveç olmak üzere başka milletlerin boyunduruğu altında yaşamış, cahil, fakir ve oldukça geri bir milletin her açıdan örnek bir gelişim sergilemesi dikkat çekicidir. Üstelik Finlandiya bilinçlenmeyi milletçe başarmıştır. Bizdeki gibi çağ açıp çağ kapatan hükümdarlar, bağımsızlık için yedi düvele direnerek kurtuluş savaşı yapan komutanlara sahip olmasa da Fin halkı, Snelman adında milletine oldukça düşkün olan bir kişiyi yetiştirmiş. Problemleri bilinçli bir şekilde tespit eden ve çözüm önerileri sunan Snelman’ın, ülkesini şehir şehir gezerek verdiği söylemlerde iki şey dikkat çekicidir. Birincisi insan olarak daha iyi şartlarda yaşamaları gerektiği, ikincisi ise her ortamda muhakkak kaliteli bir eğitim almaları şartıdır. Yayınlandığı tarihte büyük ilgi gören kitap, günümüzde de milletçe bilinçlenmenin ne şekilde olması gerektiğinin hala en önemli yapıtlarından birisi olma özelliğini sürdürüyor. Finlandiya’nın gelişme ve bilinçlenme sürecini okuduğumda hiçbir zaman başka ulusların boyunduruğu altında kalmamış, her daim özgür yaşamış, jeopolitik ve iklimsel imkânları mükemmel olan ülkemizle ister istemez bir karşılaştırma içine girdim. Kurtuluş savaşında çocuğunun üstündeki örtüyü alıp zarar görmesin diye silahlara örtmekten çekinmeyen, günlerce aç kalarak vatan toprağını düşman çizmesine çiğnetmeyen bir neslin torunları yıllar içerisinde geçmişini örnek alarak neden ilerlemedi diye düşündüm. En kötü günlerde birlik beraberlik içerisinde yaşayan, milli marşları dahi “İstiklal Marşı” olarak adlandırılan bir ulus, Finlandiya örneğinde olduğu gibi zaman içerisinde gelişmek yerine niye her açıdan geriledi.? Bu sorunun cevabını, tarih boyunca yaşanılan demokrasi krizlerinden, ülkeyi soyma çabasında, darbelere, çatışmalara, etnik ayrımcılıklara kadar birçok faktörle cevaplandırmak mümkün. Tüm olumsuzluklar bir yana bence en büyük düşman, en önemli neden tembellik ve güvensizlik. Finlandiyalılar yeryüzünün en değerli mahlukatı insanoğlunun olduğunun farkına varmışlar ve daha iyi bir hayat için mücadele etmişler. Bu düşünce tarzı İslam inancına yakın olmasına rağmen biz Müslümanlar neden böyle yaşamıyor , neden böyle davranmıyoruz acaba?. Her ne kadar uluslar, iklimler, inançlar farklı olsa da Finlilerin yaşadığı sıkıntılar bizimkiyle nerdeyse aynı.Çözüm yolu olarak eğitim alanında yapılan gelişmeler, kamu sektöründe bilinçlenme ve askeri alanda yapılandırılmalarla sıkıntılarını gidermişler. Ülkemizde de bu üç alanda yapılacak çalışmalarla inanıyorum ki gelişen ve büyüyen bir ülke olacağız. Gerek Türk gerekse İslam ülkelerinin büyük ağabey olarak gördüğü ve saygı duyduğu önder bir millete de başka türlüsü yakışmaz. Karar vermek başarmanın yarısı derler ya. Biz önce en iyiyi, en güzeli hak ettiğimize inanalım. İnanıyorum ki bu ölçüde davranış biçimini zamanla oluşturulacaktır. Selam ve dua ile
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.