
Mi-Kika-Iwa(zaru)
Bazı durumlarda gündem dışı gibi görünen ama vaveylasıyla asıl gündemin ta kendisi olan içerikler vardır ve pek çok sorunun çözümüne dair özü işaret ederler.
İçeriğe geçmeden evvel “nece bu” dedirtecek dizilişin asıl başlığı isim olarak özetlediğini, özne olarak manasını ise birlikte temaşa etmeye çalışacağımızı belirttikten sonra ilk hamlede meselenin özüne inmenin güçlüğünden dolayı kilit işlevi görsün diye bir efsane ile başlayalım istiyoruz.
***
İnsanoğlunun bir çeşit tevazu numunesi olarak maymundan ibret alması Darvin’in tezinin doğruluğunu ispat etmez ama vicdanı devreden çıkarıp bunu yaparsa “belhum adall” yani ” hayvandan daha aşağı” diye tasvir edilebilecek bir hale varabilir. Sarih ifade ile; bahsi edilen maymunların halleri yaşantımızın bir yerlerinde düşünce ve fiiliyat sistematiğimize uyum göstermişse, onların kaçtığı şeytan ile farkında olmadan bizler ahbap olmuşuz, demektir.
Şimdi görüşü doğru, vuruşu yanlış yapmamak için hem ateşi yakalım hem de su ile ıslatalım.
Bilinçli olarak görmemek, duymamak ve konuşmamak, her bir uzvun işlevini iptal etmenin yanı sıra kimi yerde insanı huzurun, bazen de sorumsuzluğun âlâsına ram eder. Gerçi sorumsuzluğu, huzur addedenler de yok değildir amma onlardaki bu ruh hali sanal bir rehavetten öteye geçmez.
Yani… Üç maymun nerede oynanır/oynanmaz?
Gerekliliği halinde söylenmemiş sözler, duyulmamış acılar, hüzünler, görülmeyen gözyaşları, sızılar, merhamet fukaralığının, adamsendeciliğin en sarp vadisidir. Dünyanın sair yerlerinde dipçik gölgesinde yaşayan Müslümanların, açlık ve sefaletten daha elim vaziyette yardım bekleyen dünya insanlarının haline karşı kör, sağır ve dilsiz alfabesi oluşturmak serkeşliğin, insafsızlığın kısaca eşek-i mahlûkluğun delilidir. Gerçi sözü edilen menfi ahvali kısık “ah” ve “vah”ların eşliğinde doğum günlerini, yıldönümlerini hatırlar gibi romantik gerçekler haline dönüştürerek tembel tesellisi ile geçiştirmiyor da değiliz. Yani en azından zihin ve şuurumuzun bir noktasında tüm bunların haksızlık ve zulüm olduğunu kabulleniyor olmamız da hiç yoktan iyidir!
Peki, bizden mekân olarak uzakta bulunanlara gönül yangınımızı ve refahlarına dair duamızı serpiştirip “elimden gelen budur” demiş olsak bile yanı başımızda cereyan eden haksızlıkları, suistimalleri görmemeyi, işitmemeyi ve kelâm edememeyi ne ile açıklayacağız?
Canı, malı, namusu bir şekilde gasp edilenlere, sözüm ona “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” sloganıyla yollara revan olanların zengin sofrasını ziyafet, fakir mahallini nedamet olarak görüp iş görenlerin “bananeci”liğine, bir yudum suya, bir lokmaya ihtiyacı olana sırt çevirenlerin iş güzârlığına, var olan herhangi bir sorunu dile getirmeye çalışana “laubalilik yapma” diyenlere, dedikoduyu, teşhirciliği, tecessüsü, zamparalığı magazin ambalajı ile toplumun sinesine enjekte edenlere… vs. karşı gözümüzün, kulağımızın, dilimizin yerini-duruşunu ayarlayamıyorsak bir “veyl” de bize olsun, değil mi?
Verilen misallerde karşılaştırma yaptığımızda gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur;
Bize uzak ve yakın habaset ve zulme karşı her çeşit sükûtun ihtişamına sığınmak ne kadar şeytanın iğvasına uğramak ise, insani değerler külliyatını yerin dibine batıran dedikodu, tecessüs, su-i zan, teşhircilik, gibi erdemsizliklere karşı gözü, kulağı ve dili sakındırmamak da o derece şeytana tav olmaktır.
***
Hâsılı, mevzuya neresinden bakarsak bakalım anlaşılan o ki tereddüdü bitmemiş canlılarız. Yine de muhakeme tarzımızı ve ona paralel tepki ve tepkisizliğimizi nerede, nasıl ve ne için göstereceğimizi bilip hareket ettiğimizde; akıl, fikir, tedbir ve sorumluluktan yana firari konumuna düşmeyiz.
***
“…yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü anlamayan ve düşünmeyen sağırlarla dilsizlerdir.”Enfal-22
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.