Ansızın açılan gözlerde ıssız bir karanlık belirdi. Işık arayan dokunuşlar boşlukta kalakaldı.
Dışarıda güneşin her zamanki gibi pencereye vuran erik dallarından yansıması sönüktü, yoklukta kaybolmuştu. Sanki sabah olmadan uyanılmıştı bu güne. Erken miydi zaman uyanmaya. Unutturulan, unutulmuş birçok mesele gibi muhakkak ki böyle bir son da hatırdan çıkıvermişti. Hâlbuki her akşam sabahtan başlardı farkında olunamadan. Mutlaka gelecek gidecek. Ama giderken tekrar geleceğinin sinyallerini ay ve yıldızlarla bırakacaktı. Her zaman aynı yerde doğup aynı batıma koşmazmıydı güneş. İşte bu kez öyle olmadı. Ya çok ama çok erken bir uyanış oldu bu, ya da vakti bilinerek görmezlikten gelindi. Fakat her şey yerli yerinde bırakılmıştı az önce. Ay ile birlikte bir parça ışık girmemişmiydi pencereden içeri usulca? Yıldız, cadde ışıkları, arabalar, insanlar, karşı apartmandan gelen müzik sesleri, kaldırımlar…
Neydi bu beklenmemişlik, habersizce gelivermişlik?
Ah cıvıl cıvıl, rengârenk bir bahar beklerken küçük bir uğur böceğinin kanadında, ceviz içi kadar bile yer bulamaz kendine şu kocaman kargaşada. Öyleyse neden hala sıkışıp kalınırdı bu acınası hengâmede. Kaçılası boşluğun korkusu neden can yakarken bu kadar sürükler olmuştu kendisine doğru. Ya da neden akşamın olacağı sabahın doğuşuyla bilinirken hiç fark edilemezdi?
İşte beklenmeyen(beklenen) olduğunda, kocaman kara kaplı bir kitap sayfası üzerimize kapanmadan önceki son nokta yaşam serüvenindeki her bir görmüş ve görmemişliği bitiren mühür olacaktır. Ne olduğu bile anlaşılamadan mürekkep kuruyacaktır.
Işık arayan biçare gözler karanlığın bile kıymetini anlamayan başlar, kendi rıhtımında şaşkınlık büyütüverecektir sıkıntılarına ektiği tohumlarda.
Daha iyi görmek, belki de daha iyi görünmek isterken, kullanılan iki camlı çerçeve bozulmuş bir dengenin ne büyük yardımcısıdır. Halbuki herkes bilir; görmek istendiğinde o kadar kolaydır ki gölgeler dahi olsa, gölgesini yansıtanı!
İzleniyor, okunuyor, dinleniyordu hep o ana kadar. Hatta hep hep yarına dair de yaşanıyordu olmamışlıklar. Üstelik hiç tahmin edilmeyen bu çığlıklar, enkaz feryatları ve içinde kaybolunan kentin görüntüsü de sezilirdi belki bazen. Ateşi yakından görmek, suda nasıl kaybolunur hissetmek istemez insan. Kendisiyle yüzleşmekten korktuğu kadar da korkmaz hakikatten.
Derken yanı başındaki o masum erik dalına dahi tutunamadan kayar gider ufak bir uyku molası verdiği sandalyesinden…
Uyumadan önce tüm şehirde gökdelenleri ile birlikte göz alıcı bir bayram havası yokmuydu meydanlarında şu karanlık boşluğun. Çok değil en fazla 5-6 saat önceydi. Adeta göreni hayrete düşürecek bir kuğu misali süzülüyordu güneşle ayın vedalaşması eşliğinde.
Gözlerin kapkaranlık bir dünyaya açılacağı hiç aklına gelmezken birdenbire kendisini bu müthiş kargaşanın içinde bulması insanın ne ürpertici. Herkes delirmişçesine koşuştururken ordan oraya çığlıklar uçuşuyordu, görünmez siren sesleri arasında. Kundaklık nedir bilmiyor ama bebekler ağlıyor, kadınlar feryat ediyor, erkekler camları yumruklarken gözün gözü görmediği bu yerde kimse kendisine bile seslenemiyordu. Öylece tutunup kalmışken karanlığa akla hiçbir şey gelmez olmuştu. Bir körebe oyunu kadar masum görünse de bu tuhaf rüya, içini göstermeyecek kadar da ketum bir fotoğraf makinasına dönüşmüştü birden. Aslını resmetmese bile, kopyalar raflara eşlik etsin diye eskimiş albümlerde siyah, beyaz, mavi, yeşil karelerini.
Kızılca kıyametleri koparan ufak can acıları şimdi görmeli kıyamet deneni!
Gazeteler manşet olmalı şimdi! Gözlere bağlanan eski püskü bez parçası artık çıkarılsın da neye yarar, iş işten geçti. Yıllardır ne zerdali olgunlaştı, rahat bırakıldı dalında. Ne de olgunlaşanın zerdali olduğu anlaşıldı tezgâhlarda. Birileri hep zerdali sattı, diğerleri hep başka bir şey aldı. Ama konu hiç buraya kadar ulaşamadı. Hep teğet geçti önemli mevzular. Çünkü daha büyük sorunlar olmalıydı! Yerle göğün arasındaki mesafeyi ölçmeye çalışmak kadar boş bir çaba olsa da kalkıp doğrulmak için çabalasaydı. Ama şimdi neye yarardı.
Sadece “Bu şehre ne oldu?” soruları uçuşuyordu ürkek rüzgar uğultusunda. Ama dünya da ışık vermiyor, yol göstermiyordu isteksiz atılan hiçbir adıma.
Oysa hiç hız kesmeden devam edilen seyahat arkasındaki köpükleri bir müddet sonra söndürüyordu. Çöp kutularına atılan kırılıp bükülen her paket bir sonraki için veda ediyordu da sanki hemen arkasından göz kırpmasına rağmen umut bitmiyordu. Umut bitmemeliydi…
Tıka basa doldurulmuş o teneke kutuların önünden kaç bin kere geçildi. Kaç kere beyazlaşmış saçları arasından boncuk boncuk ter dökülen o beli hafif kamburlaşmış, gözlük camları buğulaşmış tanıdık yaşlı sima ile göz göze gelinmişti.
Vaktiyle gülüp geçilen, basıp ezilen bir tutam çimen kenarına büzüşmüş bir süpürge ile bütünleşmiş kırgın, bezgin bir suratta bilmiş bir mana… Dudaklarındaki meraklı mırıldanmalarla selamı alınan, her dağıtıldığında tekrar toparlanan son köşe başı bekçisi.
Yeni bir günde gerçekleştirmeyi ümit ettiğimiz hayallerle tekrar uykuya dalış. Bir sonraki seferlerin hep kurulduğu, planlandığı ve beklendiği hep bir sonraki nefes alış.
Madem ki yarın diye bir olgu vardı, gelecek hep geçmişten sonraydı! Öyleyse ölüme kadar bir hayli vakit vardı.
Her zaman biricik olan, eşsiz ve rakipsiz parlayan güneşi hep orda bulmak, bulacağını zannetmekle, sanılarla geçer kolayı seçen ömürlere basa basa. Tek tek noktalar halinde süzülürken birleşen veda faslına dönüşür arkasındaki köpükleri yok ederek.
“Herkesin üç kişiliği vardır; Ortaya çıkardığın, sahip olduğun, sahip olduğunu sandığın.” diyor Alphonse Karr. Sanılarla yaşarken kocaman dünyanın üzerine kilitlemişiz diğer iki unsuru. Ara ara yoklansa da bir kilit vurulmuşluğun suskunluğunu, köleliğini atamaz hiçbir zaman üzerinden. Artık hapsolmaya alışmıştır özgürlük hapsolmaktır. Ancak kilitten önce paravanın açılmasıyla fark ettirir kendisini kendimize hapsettiklerimiz. Uyanmak için karanlık gerektiği fark edildiğinde en başa, göbek bağına dönüş nafile.
Üç, iki bir…
Çoktan sabah olmuş, bir güvercin sessizliğinde gün doğmuş. Erik dallarından sarkan pembe çiçekler, güneşin yansıdığı cama yaslanmış tebessüm ediyor…
Aydınlık, yüzünü göstermiş mahzun bir baharla. Güneşin kucaklaması yine her zamanki gibi tüm sıcaklığı ile kâinatı, doğmasındandı, doğmak istemesinden. Karanlığa ara vermek niyetinden…
Peki ya doğmasaydı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.