Memduh Nihat Ada
Memduh Nihat Ada

Doktorlar gelip beni almadan

    Sevgilim         
    Yazacaklarıma ne ad vereyim diye düşünürken aklıma yine sen geldin. Hatırlıyor musun o ilk yazılarımda ve daha sonra zaman zaman yazılarımı önce sana gönderir, yani senin onayına sunar ve yazılarıma ad vermeni isterdim. İtiraf etmem gerekir ki yazılarıma verdiğin isimler bazen yazdıklarımı gölgede bırakırdı.

          Şair olman mı yoksa iç dünyanın zenginliğimiydi buna sebep,    bilmiyorum. Paylaşmadın. Her neyse, ne güzel başlıklardı onlar. Güller kanayarak açar, Her tebessümün kan kardeşi, Ömrümü içine alan parantez… Bunlar hemen şimdi hatırladıklarım.

          Aramaktan yorulmadım. Bu tanımlamayı artistik olsun diye yazmıyorum. Yorulmadım çünkü adam gibi bir iz, yol, patika bulamadım. Bir şekilde başlanmış ama hep yarım kalmış roman taslakları, denemeler, öyküler… İstiyor ve arıyordum: Daha uzun soluklu nasıl yazılır.

          Her şey olabilir veya hiçbir şey olamayabilirdim ama cimri olmadım. Açık oldum. Paylaştım. Bir yanı hep taşralı kalmış zihnim ve dünya görüşümle yol yordam aradım. Adına aramak diyordum ama yanlış yerlerde aradığımı çok sonraları fark ettim. Belki aramak da değildi yaptığım. Okuyor, okuyor ve okuyordum yalnızca. Yazmaksa dönem dönem kendini hissettiren baş ağrısı gibiydi. Başım da çok ağarmıyordu.

          Asıl yazmak istediklerimden sapma olacak ama olsun. Geçen gün Vadi Kitapevinde yazar takımından bir arkadaş ile yine kitaplardan ve okumaktan konuşuyorduk. Yılda kaç kitap okuduğumu sordu. Söylemez olaydım. Yüz-yüz elli arası dedim. Bana ne dese beğenirsin: Yılda kaç hafta var biliyor musun? Yani inanmadı. O kadar pişman oldum ki ancak bu kadar olur. Ama bir yandan da hak ettim diyordum kendi kendime. Çünkü son zamanlarda kitaplarla ilgili konuşmama kararı almış olan bendim. Bu kararımı bozmuş olmamın cezası diye düşündüm.

          Nasıl oluyor da oluyor, daha açık yazmak istedikçe anlaşılmaz oluyorum. Ruhum karardı, içimi üşüttün, ne dediğini anlamadım, ne kadar da kötümsersin gibi tepkiler alıyorum son zamanlarda. Ki bu insanlar beni seven insanlar. Yani bu tespitlerini yabana da atamam. Yoksa sarraflara bakır veya bakırcılara altın sunduğum için mi bu tepkileri alıyorum. Oysa ben herkesin rahat okuyup zihnini de yormayacağı yazılar yazmak istiyorum.

          Bernard Shaw’ın öğrencisi olsaydım onun vereceği tepkiyi biliyorum. “Oğlum” derdi, “İnsanlar dile getirmez ama cinselliği okurlar. Yazdıklarında muhakkak cinsellik olsun.” Ahmet Altan, yıllar yılı şapkasından cinsellik çıkardı ve hep çok satanlardan oldu. Cinsellik denilen “ayıpluk”a dokundu kalemim, beğenmedim, Esat Mahmut Karakurt kadar bile beceremedim bir kadın göğsünü tarif etmeyi, peşini bıraktım.  Çok okunan olmak gibi bir derdim de olmadı. Satmak, yani kitap sahibi olmayı da –en azından şimdilik- istememiş olduğumu da en yakın sen biliyorsun. Hoş iki yıl kadar, köşe yazarlığım var ama toydum o zamanlar.

          Büyük ve hantal bir yanlışın içindeyim. Zor bela bir araya getirdiğim cümleler Ahmet Kaya’nın Ayşe ablası için Dil Tarih’in bahçesinden topladığı ve hepimizin çocukluğunda yeri olan üfleyince dağılan pamukçuk çiçeği gibiydi.

          Beş sene öncesiydi. “Ankara sevilmez ama insanı yazar yapan şehirdir,” diyerek bana “yaz diyen” Gökhan Özcan’la sohbet ediyorduk. Kitaplarla aran nasıl ve beğendiğin kitaplar nelerdir gibi bir soru sormuştum.  Eskisi gibi okumuyordu. Daha çok film izliyor ve fotoğraf çekmeye merak saldığını söylüyordu. Yine de bir kitap adı vermişti, kendinde iz bıraktığını söyleyerek. Daha sonra bu kitabı edindim. Geçenlerde Çerkez hocamla bahsettik bu kitaptan. Okuyalım dedik. Hiçbir kitap bu kadar zorlamadı beni. Hiçbir kitabı bu kadar süre taşımadım elimde. Son on sayfasına gelmiş olmama rağmen kitaptan hiçbir şey anlamamış olmam bir yana durup kendime kızdım. Derdim neydi? Kime neyi ispat edecektim. Gökhan’a, bana bu kitabı mı tavsiye ettin diyecektim? Hayır! Yoksa piyasada ben bu kitabı okumuş havası mı yapacaktım. Buna da hayır! Sahi derdim neydi benim? Bu konuda tanıdığın bir doktor var mı? Yok mu? Oysa ben derdimi de dermanımı da biliyorum. Bakarsın yazarken derdimi de dermanımı da söyleyiveririm.

          Seninle paylaşmıştım. Hani bizim kalender, kibar, hoş sohbet, güzel insan, hikâyeci abimiz Necati Mert’e yine –bundan on yıl önceydi- kitaplarla ilgili sorular soruyordum. Bu sorulardan biri, beğenmediğimiz kitapları ısrarla okumaya dairdi.  Gülümsemiş ve şöyle demişti: “Parasını verip aldık diye kabak çıkmış karpuzu yemeyiz değil mi?”

          Ama dur! Bu elimden düşüremediğim kitabın bana hiç mi katkısı olmadı. Olmaz olur mu? Durmuş saat bile günde iki kez doğruyu gösterirken nasıl olur da bu kadar ünlü bir insanın yazdığı bir kitapta keçiboynuzu kadar bal olmaz. İşte o balı alıp dudaklarıma ve kalemimim ucuna sürüp bu yazıyı yazmaya karar verdim.

          Rıfat’ı bildin mi? Sanırım gıyabında tanıdın. Siyasal mezunu, kaymakam olmak için gayret gösteren, kız olsam varacağım adam. On dokuz kardeşli bir ailenin on dört numarası. İlkokula giderken tek kelime Türkçe kelime bilmeyen ama üniversite sınavında sözelde Malatya birincisi olmuş biri. Sabah yedi kilometre gider, öğleden sonra yedi kilometreyi yine yürüyerek geri dönerlermiş. İşte bu Rıfat geçenlerde anlatıyordu: Ablaları ve yengeleri –yaşları 35–45 arası- bu son yıllarda çocuk yapar olmuşlar. Öyle sevindim ki diyor. Ve kanaatini seslendiriyor: Sağlık kaybolmadan ya da hala diriyim ve kadınım diyebilmek için çocuk yapmak. Havva anamızın bakışı kadar basit, net ve kadim. Günümüzde hele ki kafası batılılaşmış kadınlarda üç çocuktan sonrası ha nerdeyse haram hükmünde! Mabatlarını yırtıyor ve çocuk yapma sözünden kaçıyorlar. Sen sevgilim, seni annen kaç yaşında doğurdu?

          İlk parayı kim yaptı, kim kullandı; bu tarih kitaplarında yazıyor. Ben parayı geç tanıdım. İlkokula gidiyordum parayı tanıdığımda. Yirmi beş kuruşa simit, yirmi beş kuruşa sade gazoz. Alakasız ama ilk küfrümü de –kötü söz daha uygun olur- para yüzünden ettiğim rivayet ederler. Tükürürüm ben bu paranın içine!...Çocukluk işte… Paraya tükürülür mü? Paraya ….lır!...

          Para kazanmakla zeki olmak arasında bilimsel ve tarihi hiçbir ilinti yoktu okuduğum kitaplarda ama gevezeler ve üst perdeden konuşanlar para sahipleri oluyordu. Yaşar Kıratlı, Yeni caminin önünde alacağını istediği bir kişinin verdiği cevabı beğenmediğinden uluorta küfür edebiliyor, muhtaç insanlar için yardım talebine gittiğimiz Hüsamettin Amca bize bir saat nasihat verebiliyor, iş talebinde bulunduğum Salih Bey ise benim ona anlattığım ticareti becerememiş olma hikâyelerimi bana hatırlatmayı borç bilip başından savmak için beni bir holdingin on sekizinci katına gönderiyordu. Yalnızca para da değildi insanları konuşturan. Masamızın büyüklüğü oranında her şeyi biliyorduk. Masamızın, cüzdanımızın, evimizin büyüklüğü bizi “çok bilen” yapıyordu. Hatta bazen Süleyman Demirel’i hatırlatıyordu paranın konuşturduğu insanlar. Çok konuşuyor ama hiçbir şey söylemiş olmuyorlardı.

          Çok konuşanlar yalnızca para sahibi olanlar olsa yine sevineceğim. Birde hakkı yenenler var. Bu insanları da kimse anlamamıştır. İş arkadaşı az çalışır, müdürü hiçbir… tan anlamaz, otobüs şoförü otobüsü adam gibi kullanamaz, müteahhitler ev yapmayı beceremez, senaristler senaryo yazmayı bilmez, belediye başkanı çalışmaz ve devlet iyi yönetilmez. Hülasa gevezeliğimiz için sebepten çoktu.        

          Sen bana Nisan yağmuru göndermiştin. Benim için bundan daha güzel, bundan daha manalı bir hediye olmadı şimdiye kadar. Nisan yağmurunda iyi duygular vardı ve Nisan’da güzel insanlar doğmuştu. Nisan yağmur, nisan aşk, nisan yeni bir başlangıçtı. Şemsiyesiz sokağa adım atmayanlar yağmuru seviyor aşktan nasibi olmayanlar da Mecnun’da ne anlar sevmekten diyorlardı.

          Masamda, çerçeve içinde çok eski bir fotoğraf var. Tahta bir iskelede uzaklara bakan bir kadının resmi. Kadının yüzü görünmüyor. O kadın sanki beni bekliyor. Yok, hayır, o kadın tüm seven ve bekleyenler adına bakıyor uzaklara. Sende uzaklara baktın ve uzakları bekledin mi sevgili?

          Çankırı’ya gidiyordum. Yol kötü ama ben iyiydim. Durup taş topluyor, durup sigara içiyor, durup Kazım’dan türküler söylüyordum. Bir subaşında durup abdest aldım. Uzun süredir toprağın üzerinde namaz kılmamış ve yalınayak yürümemiştim. Yalınayak koşmaya başlamıştım; ceketimi çıkarıp attım, kravatımı çıkarırken gömleğimin düğmelerinden birkaçı kopmuştu. Gömleğimi de çıkarmıştım. Koşuyordum ve gözlerime yaşlar doluyordu istemeden. Sanki tüm dünya arkamdan koşuyormuş kadar mutluydum. Yüzükoyun uzanmıştım toprağa. Toprağı öpüyor ve konuşuyordum. Ben geldim, ben, seni hiç unutmadım ve benimde senden olduğumu biliyorsun değil mi diyordum. Sessizdi toprak. Sessizliğinde merhamet vardı. Sessizliği alçakgönüllü ve güvenilirdi. Orada o şekilde günlerce kalabilirdim. Kalamadım. Israrlı bir korna sesi beni çağırıyordu.

          Görmek istediğim rüyadan uyandırılmış olmanın keyifsizliği ile kalktım ve koşarken üzerimden döktüklerimi toparlayarak arabamın yanına döndüm. Meraklı gözlerle beni bekliyordu kamyoncu arkadaş. Anlıyordum. Davranışlarım sıra dışıydı. Belki de yardıma muhtaç bir hastaydım. Kızamadım ve hatta sorulabilecek soruları düşünerek gülümseyerek yaklaştım arabamın ve kamyoncu arkadaşın yanına.

          Gülümsememi tutamıyordum ve bu beni daha da garip hale sokuyordu.  Dudaklarımı kontrol altına alıp büyükçe bir selam verdim. Esselamün aleyküm...!

          Olduğu gibi anlattım. Yok, bir şey dedim. “Çay içelim mi?” dedi: “Olur” dedim. Demlik biterken ekmek gibi mübarek ay doğuyordu. Kamyoncu arkadaş benden önce hareket etti.  Çankırı’ya girmek üzereyken yetiştim ardından. Kamyonun arkasından şu yazıyordu: “Sana bir ihanet borcum olsun.”

 

          Çankırı’ya niye gittin diye sorarsın belki de. Nasıl anlatayım? “Yaylada ki ciğere nohut ıslamaya gittim” desem ne anlarsın? Rilke şöyle diyor: “Kimseden, küçümseyerek bile olsa, senden söz etmesi için ricada bulunma. Ve zaman geçer de isminin insanlar arasına yayıldığını görürsen, bunu onların ağızlarında bulduğun şeylerden daha çok ciddiye alma. Adın kötüye çıktı diye düşün ve hemen bırak bu ismi. Başka bir isim al.,Tanrı’nın sana gece vakti seslenebilmesi için herhangi bir isim. Ve onu herkesten sakla.”

          Şimdi bu ikisinde farklı manalar içeren cümleler bütününü sana nasıl anlatayım? Anlatmaya çalışayım:

          Yaylanın Çankırı olduğunu anlamışsındır. Kaçmaktı, aramaktı, vefaydı, iz sürmekti ama aslında adı da yoktu Çankırı’ya gidişimin. Gecenin karanlığı sis gibi üzerime sinmişti, peşimi bırakmıyordu. Arabamı otelin önüne bırakıp uzun uzun ve yönsüz yürüdüm. Yaşanmış değil konuşulmuş hatıralar vardı. Ay ışığı ve sokak lambalarının güzelleştirdiği parklara rast geliyor ve en güzel nerden görünür diye etrafında birkaç tur atıyordum. Bir fotoğrafçı titizliği ile yerimi alıp sigaramı yakıp hayal kuruyordum. Şu bankta yan yana oturur muyduk? Elini tutar mıydım? Neler konuşurduk? Hanımeli kokusuna benzettiğim parfümünü sürmüş olur muydun? Öpüşür müydük?

          Sokaklar boşalmıştı otele döndüğümde. Karnım açtı ama toktum. Elbiselerimle uzandığım yatakta hala düş kuruyor ve güzel rüyalar arıyordum. O burada değildi. Belki hiç gelmemiş ve gelmeyecekti. Yolda ve Çankırı’ya geldikten sonrada devam eden ateşim sönmeye yüz tutmuş ve içimde bir acı uç veriyordu.

          İşte tam da burada Rilke’nin yazdıklarını hatırlamıştım. Bir hata etmiş ve benden bahsetmesini istemiştim. Merhamet ve sevgi dilencisi değildim ama dilime hâkim olamamış ve diline düşürmüştüm kendimi. Dilinde olmak istemiştim. Sözler dudaklarımızdaki oltaya benziyordu. Olta, gereksiz bir gevezelikte dudaklarım arasından çıkan “Sen beni sevmiyor musun?” cümlesi olmuştu. Beni kahkahalarla seviyordu. Adımın önüne ve ardına sıfatlar takıyor ve sözleri çocukların sabundan balonları gibi havada uçuşuyordu.  Tutamıyordum ve zaten hemen kayboluyordu. İçi ve dışı boştu. İşte adımı değiştirmek için sürmüş buralara kadar gelmiştim. Bu kaçıncı adım olacaktı, bilmiyordum.

           

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Memduh Nihat Ada Arşivi