
Memduh Nihat Ada
Kumar oynamıyor musun?
Yayınlanma:
Çocukluğumda mahalle çeşmesinden su taşıyıp yıkanırdık. Evimize elli metre kadar uzak, Bakkal Halit Amcanın evinin bitişiğindeydi çeşme. Bu, su taşıma işi için, mahcubiyet tarafı kadar kalabalık bir aile olmanın da sebebiyle geceyi beklerdik. Altı kardeştik. Anacığım bahçede ateş yakar ve kazanı üstüne koyar, Serpil’le ben başlardık su taşımaya. Allah selametini versin, anacığımda, öyle az sularla iş görenlerden değildi. Taşır ha taşırdık.
Yaşıtlarımın çoğu gibi benimde oyuncaklarım yoktu. Vardı! Bir yaş küçüğüm Abdullah ile lastik fabrikasının çöplüğünden aşırdığımız bisiklet lastiği –adı çemberdi-, birkaç misket, gazoz kapakları ve Golden sakızından çıkan artist resimleri.
Yazın kayruka kışın çizme olurdu ayağımızda. Kayruka; yazın çıplak ayak üzerine giyildiğinden ter ve toz karışımıyla ayaklarımız üzerinde iz yapardı.
Oturduğumuz ev çok ama çok alçaktı. O çocuk aklımla merak eder ama sonucunu da kendim bulurdum. Parası çok olanlar yüksek tavanlı evlerde otururlardı.
Evimiz güzeldi. Ahşap ve iki katlıydı. Hele de ikinci katındaki gömme balkon. Yaz yağmurlarında Emine ve Serpil ablam, Ben, Abdullah, Figen ve Ömer bu gömme balkonda, babamın parça kumaşlardan yaptığı o ince yorganı ayaklarımıza örter ve yağmuru seyrederdik. Evimizin bitişiğindeki ağaçların yeşil yapraklarına yağmur damlaları konar ve ben o damlalarda kaybolurdum.
Yaz tatillerinde sabahları kolumuzda hasır sepet 25 kuruşa simit satardık. Öğleden sonraki ticaret kaymak satışıydı. Öyle bereketliydi ki anlatamam. İkindilerden sonra kaymaklarımızı bitirdiğimizde domates, biber, kocaman bir karpuz ve –aynen yazdığım gibi- külbastı alırdık. O ne mübarek bir tattı. O ne güzellikti. Bol kekikli kızartılan o et ve yağının tadını aradan geçen bunca yıla rağmen bir daha bulamadım dersem inanın.
Allı Gülücü, Çiğbörekçi, Elmaşekerci, Aşureci, Koz Helvacı ve Lahmacuncu amcalar ve dedeler vardı. Birde iki çay kaşığı şekerden yapılan Pamuk Helva vardı ki onun yapılışını seyretmeye doyamazdım. Sihirli bir şeydi. Aklım ermezdi. Bugün hala rast geldiğimde durur ve aynı heyecan ile seyrederim.
Bayram sabahları camiden dönüşte annemin babamın elini öpmesiyle başlardı bayram. Sıra bozulmazdı. Ben bir yaş büyüğüm Serpil’in elini –bugün olduğu gibi- bir yaş küçüğüm Abdullah’ta benim elimi öperdi. Ve kahvaltıya oturulurdu. Annemizin geleneği ve zaman içinde meşhur olan o yarısından fazlası katkılı kocaman köfteler olurdu patates kızartması eşliğinde. Eh Sana yağı da varsa daha ne olsundu! Bundan ala keyif mi olurdu?
Her bayram, hiç aksatmadan, Bakkal Halit Amca, eşi Neriman Teyze, Gürcü Emine, Hatçe ve Seher Teyzenin elleri öpülmeye gidilirdi. Bu insanlar mahallenin en yaşlı insanlarıydı. Ve yine Neriman Teyzenin yaptığı o kırk katlı baklavalar yenirdi ki en son yediğimde gurbetten dönmüştüm ve boğazıma dizilmişti, ağlamıştım. Ama tadı aynı tattı baklavanın.
Sokağımız ve sokaklar Arnavut kaldırımı döşeliydi. Ve duvar diplerinde, tahtaperde kenarlarındaki –toprak- boşluklarda kumar oynanırdı. Dönemine göre elli kuruş, bir lira, iki buçuk liralar toprağa dikilirdi. Çizgiye atılan misketlerde çizgiye en yakın olan birinci olarak –sonuncunun belirlediği tarafı- paraları vurmaya çalışırdı. Bizim Abdullah iyi kumar oynardı! Becerirdi.
Bir Bayram günü yine –büyük- kumar oynanmış ve Abdullah seksen lira kazanmıştı. Sahne hep aynıydı. Bana sormuştu; “Abi bu parayı ne yapacağız?” Simit ve kaymak satışından eve getirdiğimiz paranın helal ama bu paranın haram olduğunu biliyordum, bu kadarını aklım kesiyordu ama bu parayı da çöpe atamazdık! Evimizin bereketine halel gelmesin diye düşünür –ya da düşünür gibi yapar- “Apo, bu parayı eve sokmayalım, ikimiz yiyelim der ve Köfteci Mustafa abinin yolunu tutardık.
Abdullah, hadi siz kumar oynayın. Ben seyredeyim. Her zaman ki gibi bana sor ve ben aynı cevabı vereyim. Yoksa sen artık kumar oynamıyor musun?
Yaşıtlarımın çoğu gibi benimde oyuncaklarım yoktu. Vardı! Bir yaş küçüğüm Abdullah ile lastik fabrikasının çöplüğünden aşırdığımız bisiklet lastiği –adı çemberdi-, birkaç misket, gazoz kapakları ve Golden sakızından çıkan artist resimleri.
Yazın kayruka kışın çizme olurdu ayağımızda. Kayruka; yazın çıplak ayak üzerine giyildiğinden ter ve toz karışımıyla ayaklarımız üzerinde iz yapardı.
Oturduğumuz ev çok ama çok alçaktı. O çocuk aklımla merak eder ama sonucunu da kendim bulurdum. Parası çok olanlar yüksek tavanlı evlerde otururlardı.
Evimiz güzeldi. Ahşap ve iki katlıydı. Hele de ikinci katındaki gömme balkon. Yaz yağmurlarında Emine ve Serpil ablam, Ben, Abdullah, Figen ve Ömer bu gömme balkonda, babamın parça kumaşlardan yaptığı o ince yorganı ayaklarımıza örter ve yağmuru seyrederdik. Evimizin bitişiğindeki ağaçların yeşil yapraklarına yağmur damlaları konar ve ben o damlalarda kaybolurdum.
Yaz tatillerinde sabahları kolumuzda hasır sepet 25 kuruşa simit satardık. Öğleden sonraki ticaret kaymak satışıydı. Öyle bereketliydi ki anlatamam. İkindilerden sonra kaymaklarımızı bitirdiğimizde domates, biber, kocaman bir karpuz ve –aynen yazdığım gibi- külbastı alırdık. O ne mübarek bir tattı. O ne güzellikti. Bol kekikli kızartılan o et ve yağının tadını aradan geçen bunca yıla rağmen bir daha bulamadım dersem inanın.
Allı Gülücü, Çiğbörekçi, Elmaşekerci, Aşureci, Koz Helvacı ve Lahmacuncu amcalar ve dedeler vardı. Birde iki çay kaşığı şekerden yapılan Pamuk Helva vardı ki onun yapılışını seyretmeye doyamazdım. Sihirli bir şeydi. Aklım ermezdi. Bugün hala rast geldiğimde durur ve aynı heyecan ile seyrederim.
Bayram sabahları camiden dönüşte annemin babamın elini öpmesiyle başlardı bayram. Sıra bozulmazdı. Ben bir yaş büyüğüm Serpil’in elini –bugün olduğu gibi- bir yaş küçüğüm Abdullah’ta benim elimi öperdi. Ve kahvaltıya oturulurdu. Annemizin geleneği ve zaman içinde meşhur olan o yarısından fazlası katkılı kocaman köfteler olurdu patates kızartması eşliğinde. Eh Sana yağı da varsa daha ne olsundu! Bundan ala keyif mi olurdu?
Her bayram, hiç aksatmadan, Bakkal Halit Amca, eşi Neriman Teyze, Gürcü Emine, Hatçe ve Seher Teyzenin elleri öpülmeye gidilirdi. Bu insanlar mahallenin en yaşlı insanlarıydı. Ve yine Neriman Teyzenin yaptığı o kırk katlı baklavalar yenirdi ki en son yediğimde gurbetten dönmüştüm ve boğazıma dizilmişti, ağlamıştım. Ama tadı aynı tattı baklavanın.
Sokağımız ve sokaklar Arnavut kaldırımı döşeliydi. Ve duvar diplerinde, tahtaperde kenarlarındaki –toprak- boşluklarda kumar oynanırdı. Dönemine göre elli kuruş, bir lira, iki buçuk liralar toprağa dikilirdi. Çizgiye atılan misketlerde çizgiye en yakın olan birinci olarak –sonuncunun belirlediği tarafı- paraları vurmaya çalışırdı. Bizim Abdullah iyi kumar oynardı! Becerirdi.
Bir Bayram günü yine –büyük- kumar oynanmış ve Abdullah seksen lira kazanmıştı. Sahne hep aynıydı. Bana sormuştu; “Abi bu parayı ne yapacağız?” Simit ve kaymak satışından eve getirdiğimiz paranın helal ama bu paranın haram olduğunu biliyordum, bu kadarını aklım kesiyordu ama bu parayı da çöpe atamazdık! Evimizin bereketine halel gelmesin diye düşünür –ya da düşünür gibi yapar- “Apo, bu parayı eve sokmayalım, ikimiz yiyelim der ve Köfteci Mustafa abinin yolunu tutardık.
Abdullah, hadi siz kumar oynayın. Ben seyredeyim. Her zaman ki gibi bana sor ve ben aynı cevabı vereyim. Yoksa sen artık kumar oynamıyor musun?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.